ANKARA EMNİYETi HAKKINDA BASIN AÇIKLAMASI VE SUÇ DUYURUSU
Gezi Parkı protestoları sırasında Ankara'da polis saldırıları nedeniyle gözünü kaybeden Muharrem Dalsüren'in şikayetine dair Ankara Emniyeti tarafından yapılan engellemelere dair basın açıklamamız ve avukatı Oya Aydın tarafından yapılan suç duyurusu.
Polis, Savcılığı bile dinlemiyor delilleri karatmaya devam ediyor!
Demokratik haklarımızı kullanarak taleplerimizi haykırdığımız Haziran boyunca, iktidarını kaybetmekten korkan iktidar heveslilerinin milis gücü gibi hareket eden kolluk güçlerinin vahşi saldırılarına hedef olduk; öldürüldük, ağır yaralandık. Şunu da çok iyi biliyor ve görüyoruz, iktidar ve onun zorba gücü polisinden en ufak bir beklenti içinde değiliz ancak onlar zorbalıklarına devam ede dursunlar biz de hukuksal mücadelemizi sürdüreceğiz.
Bugün burada da halkımızın bilgisine sunmak istediğimiz iki temel nokta var. Birincisi, yaptığımız şikayetlerin adli makamlar tarafından gereğince yürütülememesi, diğeri de kamuoyu farkındalığının sağlanması.
Hukuksal süreçlerle ilgili, 3 Haziran tarihinde polisin gözünden vurarak kör ettiği Çankaya Belediyesi temizlik işçisi Muharrem Dalsüren’in dosyasında yaşananlar, suçu işleyen polisin işlediği suçu nasıl örtbas etmeye çalıştığına en net örnek olarak durmakta.
Muharrem Dalsüren’in avukatlığını yürüten Oya Aydın, müvekkili adına 10 Haziran 2013 tarihinde savcılığa başvurarak, Muharrem Dalsüren’in sağ gözünü yitirmesine yol açan vahşi saldırının fail ya da faillerinin bulunması ve yargılama süreci için gereken bilgi ve belgeleri talep etmişti. Savcılık bu talep üzerine “CMK 332’nci maddesi uyarınca yazımıza on gün içinde cevap verilmesi zorunlu olup, eğer bu süre içinde istenen bilgilerin verilmesi imkansız ise, sebebi ve en geç hangi tarihte cevap verilebileceği aynı süre içinde bildirilmelidir. Aksi halde sorumlular hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 257’nci maddesine aykırılıktan adli işlem yapılacaktır” son notun da yer aldığı talep yazısını 6 Temmuz 2013 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne göndermişti. Ancak Ankara Emniyet Müdürlüğü, beklenen yanıtı 109 gün sonra 23 Ekim 2013 tarihinde vermiştir. Bu süre zarfında ‘sorumsuz’ sorumlular hakkında bir işlem yapılmamıştır.
Polis, savcılığın taleplerini adeta kendini aklamak için yalanlarını sıralayabileceği bir olanağa çevirerek, 23 Ekim tarihli Emniyet yanıtında, göstericiler hakkında tutarsız ve temelsiz karalamalar, polisin hukuka ne kadar uygun davrandığına dair yalanlar, kurgulanmış polis kameraları görüntüleri ile olay anını gören ama ayrıntısını görmenin olanaklı olmadığı MOBESE kayıtları seçerek göndermiştir.
Savcılık bunun üzerine 5 Aralık 2013 tarihinde yeni bir talep yazısıyla olay, saat ve yeri tam olarak belirterek orada görevli gazcılarla emniyet amirlerinin adlarını, olay yerinde bulunan akrep türü zırhlı araçların kamera kayıtlarıyla MOBESE kayıtlarını yeniden istemiştir. Emniyet’in savcılığı takmama tavrı bu aşamada da yaşanmıştır. Savcılığın yazısına yanıt vermeyen Emniyet’e iki uyarı yazısı daha gönderilmiş, yanıt gelmemesi durumunda suç duyurusunda bulunulacağı bildirilmiştir.
Savcılık yazısına ancak 12 Mayıs 2014 tarihinde, yani 158 gün sonra yanıt verilmiştir. Bu yanıtta, Ankara’da çevik kuvvete ait tek Akrep aracı olduğu ve onun da kamerasının hasar gördüğü bildirilerek 27 Haziran 2013 tarihli bir arıza tutanağı iletilmiş, başka bir görüntü kaydının olmadığı ifade edilmiştir. Aynı yazısında Emniyet, olayın olduğu saatte orada görev yapan polis memurlarının adlarının “görev yoğunluğu” nedeniyle bilinemeyeceğini belirtip o gün Ankara’da görevli 1000’den fazla polisin tamamının adını, okuması bile olanaklı olmayan küçük puntolarla yazarak göndermiştir. Emniyet ayrıca Elazığ, Mardin, Siirt ve Osmaniye’den birer, Muş’tan ise 2 Akrep aracın destek olarak Ankara’ya geldiğini ancak bu araçlarda “kamera kayıt sistemi olup olmadığının bilinmediğini” söylemiştir.
Emniyet, kendini suçsuz ve yasal sınırlar içinde hareket eden bir kurummuş gibi göstermek için, tamamen kendi kontrolü altında olan verileri saklamakta ve savcılara ya da mahkemelere bile iletmemektedir. Bu tavır, MOBESE, kamera çekimleri, fotoğraflar ve her türlü araç kamerası için geçerlidir. Bizde oluşan kanı, polisin delilleri karartmak için harcadığı çabanın uzunluğu dolayısıyla yanıtların geç verildiği yolundadır.
Bu durum, Emniyet’in açıkça savcıları ve şikayetçileri, dahası yasaları hiçe saydığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, savcıların, Emniyet’in elindeki MOBESE, fotoğraf ve video ile araç kamera kayıtlarına el koyarak bilirkişi incelemesine alması hem sürecin hızlanması hem de faillerin belirlenmesi yanında delilleri karartanların ortaya çıkarılması için tek yol gibi gözükmektedir.
Bunlar, açıklamamızın ikinci temel noktasının kritikliğini ortaya koyan nesnel durumlar ve taleplerdir. Kamuoyunun bu talepleri daha güçlü kılmak için baskı kurması, olup bitenin farkındalığına en üst düzeyde sahip olduğunu göstererek şikayetlerin arkasında, saldırılar kendisine yapılmışçasına durması büyük önem taşımaktadır. Suçluların yasal cezalarını çekmesi ancak böylece olanaklı olacaktır. Kamuoyunun süreç hakkında bilgili olması açısından basın emekçilerimize büyük görevler düşmekteyken, bu görevlerin yerine getirilmemesi için kurulan iktidar baskılarını da görmezden gelmiyoruz. Süreçlerin doğrudan bilgisine sahip olmak için ayrıca Gezi Parkı Protestolarında Şiddet Görenler Platformu’nu sosyal medyada ve internette takip etmenin öneminin altını çiziyoruz.
Bu saldırılara hedef olmamızın özel bir nedeni olmadığını biliyoruz. Biz, sokaktaki vatandaşız ve sokağa çıkan herkesin aynı şeyleri bugün de yaşamakta olduğunu görüyoruz. Bunları engellemenin, sokakları terörize eden polislerin yasalarla hizaya getirilmesi dışında bir yolu yoktur. Ethem Sarısülük, Ali İsmail, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Berkin Elvan, İrfan Tuna, Zeynep Eryaşar, Selim Önder, Uğur Kurt, Ayhan Yılmaz, Elif Çermik, Serdar Kadakal davalarının yanında Muharremlerin, Volkanların, Dilanların, Haticelerin, Muratların ve yüzlercemizin hukuksal süreçlerinin aynı duyarlılıkla izlenmesi ve arkasında durulması gereken süreçlerdir.
Burada, Muharrem Dalsüren’in uğradığı saldırının üzerinden bir yıl geçmesine ve tüm uyarılara karşın istenilen yanıtı ve failleri bildirmeyen Emniyet görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunurken şu noktanın altını kalınca çiziyoruz;
Sokaklarda, parklarda vurdunuz, madenleri üzerimize göçerttiniz, işyerlerimizi sattınız, korunma taleplerimizi umursamayıp bizi yalnız bırakarak sokaklarda öldürttünüz; ‘hükümet istifa’ dediğimizde gösterdiğiniz vahşet, söz konusu 5 – 10 yaşında çocukların tecavüzü, çalışırken öldürülmesi olduğunda umursamazlığa dönüştü. Bütün bunlar, ölmemiz, yaralanmamız, açtığınız 97 davada 5653’ümüzü yargılamanız, gözaltılarda avukatlarımızın kolunu kırmanız, doktorlarımızı kelepçelemeniz bizi temel haklarımıza sahip çıkmaktan, çevremizi-doğamızı korumaktan, talana, hırsızlığa, vurguna, neo-liberal gözü dönmüşlüğünüze, işyerlerimizi satmanıza, adaleti polisin insafına terk etme çabalarınıza, kentin yaşayanı değil kölesi yapma utanmazlığına dur demekten geri bırakmayacaktır.
Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!
Demokratik haklarımızı kullanarak taleplerimizi haykırdığımız Haziran boyunca, iktidarını kaybetmekten korkan iktidar heveslilerinin milis gücü gibi hareket eden kolluk güçlerinin vahşi saldırılarına hedef olduk; öldürüldük, ağır yaralandık. Şunu da çok iyi biliyor ve görüyoruz, iktidar ve onun zorba gücü polisinden en ufak bir beklenti içinde değiliz ancak onlar zorbalıklarına devam ede dursunlar biz de hukuksal mücadelemizi sürdüreceğiz.
Bugün burada da halkımızın bilgisine sunmak istediğimiz iki temel nokta var. Birincisi, yaptığımız şikayetlerin adli makamlar tarafından gereğince yürütülememesi, diğeri de kamuoyu farkındalığının sağlanması.
Hukuksal süreçlerle ilgili, 3 Haziran tarihinde polisin gözünden vurarak kör ettiği Çankaya Belediyesi temizlik işçisi Muharrem Dalsüren’in dosyasında yaşananlar, suçu işleyen polisin işlediği suçu nasıl örtbas etmeye çalıştığına en net örnek olarak durmakta.
Muharrem Dalsüren’in avukatlığını yürüten Oya Aydın, müvekkili adına 10 Haziran 2013 tarihinde savcılığa başvurarak, Muharrem Dalsüren’in sağ gözünü yitirmesine yol açan vahşi saldırının fail ya da faillerinin bulunması ve yargılama süreci için gereken bilgi ve belgeleri talep etmişti. Savcılık bu talep üzerine “CMK 332’nci maddesi uyarınca yazımıza on gün içinde cevap verilmesi zorunlu olup, eğer bu süre içinde istenen bilgilerin verilmesi imkansız ise, sebebi ve en geç hangi tarihte cevap verilebileceği aynı süre içinde bildirilmelidir. Aksi halde sorumlular hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 257’nci maddesine aykırılıktan adli işlem yapılacaktır” son notun da yer aldığı talep yazısını 6 Temmuz 2013 tarihinde Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne göndermişti. Ancak Ankara Emniyet Müdürlüğü, beklenen yanıtı 109 gün sonra 23 Ekim 2013 tarihinde vermiştir. Bu süre zarfında ‘sorumsuz’ sorumlular hakkında bir işlem yapılmamıştır.
Polis, savcılığın taleplerini adeta kendini aklamak için yalanlarını sıralayabileceği bir olanağa çevirerek, 23 Ekim tarihli Emniyet yanıtında, göstericiler hakkında tutarsız ve temelsiz karalamalar, polisin hukuka ne kadar uygun davrandığına dair yalanlar, kurgulanmış polis kameraları görüntüleri ile olay anını gören ama ayrıntısını görmenin olanaklı olmadığı MOBESE kayıtları seçerek göndermiştir.
Savcılık bunun üzerine 5 Aralık 2013 tarihinde yeni bir talep yazısıyla olay, saat ve yeri tam olarak belirterek orada görevli gazcılarla emniyet amirlerinin adlarını, olay yerinde bulunan akrep türü zırhlı araçların kamera kayıtlarıyla MOBESE kayıtlarını yeniden istemiştir. Emniyet’in savcılığı takmama tavrı bu aşamada da yaşanmıştır. Savcılığın yazısına yanıt vermeyen Emniyet’e iki uyarı yazısı daha gönderilmiş, yanıt gelmemesi durumunda suç duyurusunda bulunulacağı bildirilmiştir.
Savcılık yazısına ancak 12 Mayıs 2014 tarihinde, yani 158 gün sonra yanıt verilmiştir. Bu yanıtta, Ankara’da çevik kuvvete ait tek Akrep aracı olduğu ve onun da kamerasının hasar gördüğü bildirilerek 27 Haziran 2013 tarihli bir arıza tutanağı iletilmiş, başka bir görüntü kaydının olmadığı ifade edilmiştir. Aynı yazısında Emniyet, olayın olduğu saatte orada görev yapan polis memurlarının adlarının “görev yoğunluğu” nedeniyle bilinemeyeceğini belirtip o gün Ankara’da görevli 1000’den fazla polisin tamamının adını, okuması bile olanaklı olmayan küçük puntolarla yazarak göndermiştir. Emniyet ayrıca Elazığ, Mardin, Siirt ve Osmaniye’den birer, Muş’tan ise 2 Akrep aracın destek olarak Ankara’ya geldiğini ancak bu araçlarda “kamera kayıt sistemi olup olmadığının bilinmediğini” söylemiştir.
Emniyet, kendini suçsuz ve yasal sınırlar içinde hareket eden bir kurummuş gibi göstermek için, tamamen kendi kontrolü altında olan verileri saklamakta ve savcılara ya da mahkemelere bile iletmemektedir. Bu tavır, MOBESE, kamera çekimleri, fotoğraflar ve her türlü araç kamerası için geçerlidir. Bizde oluşan kanı, polisin delilleri karartmak için harcadığı çabanın uzunluğu dolayısıyla yanıtların geç verildiği yolundadır.
Bu durum, Emniyet’in açıkça savcıları ve şikayetçileri, dahası yasaları hiçe saydığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, savcıların, Emniyet’in elindeki MOBESE, fotoğraf ve video ile araç kamera kayıtlarına el koyarak bilirkişi incelemesine alması hem sürecin hızlanması hem de faillerin belirlenmesi yanında delilleri karartanların ortaya çıkarılması için tek yol gibi gözükmektedir.
Bunlar, açıklamamızın ikinci temel noktasının kritikliğini ortaya koyan nesnel durumlar ve taleplerdir. Kamuoyunun bu talepleri daha güçlü kılmak için baskı kurması, olup bitenin farkındalığına en üst düzeyde sahip olduğunu göstererek şikayetlerin arkasında, saldırılar kendisine yapılmışçasına durması büyük önem taşımaktadır. Suçluların yasal cezalarını çekmesi ancak böylece olanaklı olacaktır. Kamuoyunun süreç hakkında bilgili olması açısından basın emekçilerimize büyük görevler düşmekteyken, bu görevlerin yerine getirilmemesi için kurulan iktidar baskılarını da görmezden gelmiyoruz. Süreçlerin doğrudan bilgisine sahip olmak için ayrıca Gezi Parkı Protestolarında Şiddet Görenler Platformu’nu sosyal medyada ve internette takip etmenin öneminin altını çiziyoruz.
Bu saldırılara hedef olmamızın özel bir nedeni olmadığını biliyoruz. Biz, sokaktaki vatandaşız ve sokağa çıkan herkesin aynı şeyleri bugün de yaşamakta olduğunu görüyoruz. Bunları engellemenin, sokakları terörize eden polislerin yasalarla hizaya getirilmesi dışında bir yolu yoktur. Ethem Sarısülük, Ali İsmail, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Berkin Elvan, İrfan Tuna, Zeynep Eryaşar, Selim Önder, Uğur Kurt, Ayhan Yılmaz, Elif Çermik, Serdar Kadakal davalarının yanında Muharremlerin, Volkanların, Dilanların, Haticelerin, Muratların ve yüzlercemizin hukuksal süreçlerinin aynı duyarlılıkla izlenmesi ve arkasında durulması gereken süreçlerdir.
Burada, Muharrem Dalsüren’in uğradığı saldırının üzerinden bir yıl geçmesine ve tüm uyarılara karşın istenilen yanıtı ve failleri bildirmeyen Emniyet görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunurken şu noktanın altını kalınca çiziyoruz;
Sokaklarda, parklarda vurdunuz, madenleri üzerimize göçerttiniz, işyerlerimizi sattınız, korunma taleplerimizi umursamayıp bizi yalnız bırakarak sokaklarda öldürttünüz; ‘hükümet istifa’ dediğimizde gösterdiğiniz vahşet, söz konusu 5 – 10 yaşında çocukların tecavüzü, çalışırken öldürülmesi olduğunda umursamazlığa dönüştü. Bütün bunlar, ölmemiz, yaralanmamız, açtığınız 97 davada 5653’ümüzü yargılamanız, gözaltılarda avukatlarımızın kolunu kırmanız, doktorlarımızı kelepçelemeniz bizi temel haklarımıza sahip çıkmaktan, çevremizi-doğamızı korumaktan, talana, hırsızlığa, vurguna, neo-liberal gözü dönmüşlüğünüze, işyerlerimizi satmanıza, adaleti polisin insafına terk etme çabalarınıza, kentin yaşayanı değil kölesi yapma utanmazlığına dur demekten geri bırakmayacaktır.
Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!
6 MART İÇİŞLERİ BAKANLIĞI BAŞVURUSU BASIN AÇIKLAMASI
BASINA VE KAMUOYUNA;
Her şeyden önce, Gezi süreci ile başlayan demokratik tepki vermekten çekinmeyen, yaşamına, kentine, geleceğine, yanındakine sahip çıkan anlayışın sansüre, yolsuzluğa, hırsızlığa meydan okumasını saygıyla selamlıyoruz.
Gezi ile başlayan ve iktidar partisinin temel insani ölçülerle, günümüz devlet anlayışıyla uyuşmayan uygulamaları dolayısıyla neredeyse kesintisiz sürmekte olan süreç, halka karşı polis terörünü sürekli ülke gündeminde tutmaktadır.
Bizler, Türkiye’de ortaya çıkan en yaygın ve halkın yaşam hakkını bütünüyle hiçe sayan şiddetin başlangıç aşamalarından itibaren hedef olan Platform üyeleri olarak, bu şiddetin hukuki yaptırımlarının uygulanması konusunda bir mesafe alınamadığını kamuoyu bilgisine, altını kalınca çizerek sunuyoruz.
Bugüne kadar, kentlerin göbeğinde işlenen suçların kamera kayıtları, uzun uğraşlar sonucunda öldürülen direnişçiler için kamuoyu baskısı ile elde edilmiş olmakla birlikte yaralılar için elde edilememiş, diğer araçlarla da suçlular tespit edilememiş durumdadır. Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki kayıtlar, savcılar tarafından kezlerce istenmesine karşın, çoğu durumda bir gerekçe bile gösterilmeden gönderilmemiştir. Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde suçlular korunmakta ve kayırılmaktadır. Adalet, suçu işleyenler ve onlara yataklık edenler tarafından fiilen engellenmektedir. Ülkede can güvenliğini ve halkın can güvenliğini sağlamaya çabalayan bir kamu yetkesi kalmamış gözükmektedir.
Bizler, polis tarafından yapılan saldırının hesabını sormak için, hukukun olanak verdiği her aracı kullanmayı sürdürüyor, durumu kamuoyu ile paylaşıp halkımızın desteğini alarak haklarımızı korumaya çabalamayı asla bir yana bırakmıyoruz.
Bugün, bizlere yapılan saldırının sorumluluğunu taşıyan İçişleri Bakanlığı’na idari başvurumuzu yaparak sorumluların yaptıklarını ayrıca tazmin etmeleri talebimizi iletiyoruz. Polisin, bir çıkmaza sokmaya çalıştığı ceza davalarımız yanında, verilen maddi ve manevi zararların tazmin edilebilmesi için yapılması gereken bireysel başvuruları yapmaya bugün başlıyoruz. Saldırılara hedef olan kişilerin tazminat haklarını kullanabilmeleri için belli zaman kısıtları olması açısından özellikle belirtmek isteriz ki bu başvurular, en geç 21 Mart tarihine kadar İçişleri Bakanlığı’na iadeli-taahhütlü olarak gönderilmelidir. Dilekçe örneklerini elektronik ortamlarda paylaşacak olmamıza karşın, bu başvurular bir avukat tarafından kişiye özel uyarlanmadığı sürece sağlıklı bir başvuru olmayacaktır. Başvuracak kişilerin avukatlarına danışarak hareket etmesi, avukatların müvekkillerinin haklarının kaybolmaması için uyarıcı olmaları süreç açısından zorunludur. Bir avukatı olmayan kişilerinse bizlerle ya da Barolarla iletişime geçerek hareket etmesi doğru olacaktır.
Bu fırsattan yararlanarak, devlete, kendi varlığının anlamını öncelikle halkın can güvenliğini sağlamakla bulacağını anımsatıyor ve devlet memuru sıfatı taşıyan suçluların bulunarak adalet önüne çıkarılması için gerekenleri bir an önce yapmaya zorunlu olduğunu anımsatıyoruz.
Yerel yönetimlerden başlayarak, bütün devlet örgütlenmesinin birinci görevinin can güvenliğimizin sağlanması olduğunu bütün adaylara ve yetkililere her fırsatta anımsatacağımızı belirterek tüm yaralıları ve halkımızı bizlerle dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz.
Bizlere, www.gydp.weebly.com adresinden ve sosyal medyada Gezi Şehit ve Gazileri Platformu sayfasıyla Gezi Parkı Protestolarında Şiddet Görenler Platformu sayfalarından erişilebileceğini, bilgi alışverişinde bulunarak dayanışma içine girilebileceğini anımsatarak hepinize saygılarımızı sunuyor ve başvurularımızı gönderiyoruz.
6. AY GEZİ RAPORU
GEZİ PARKI PROTESTOLARINDA ŞİDDET GÖRENLER PLATFORMU
GEZİ PARKI 6. AY RAPORU
GEZİ TURNUSOLUNDAN GERÇEKLER
Gezi Parkı'nı kentsel dönüşüm çerçevesinde yıkma planına, demokratik haklarını barışçıl biçimde kullanarak karşı duran vatandaşlara polisin uyguladığı şiddet kısa sürede tüm ülkede tepkiye dönüşmüştür. Hükûmetin yürüttüğü politikalara ve özünde Hükûmete duyulan bu tepki bugün de dillendirilmektedir. Polis şiddetiyle bastırılmaya çalışılan tepkiler doğru biçimde ele alınmayarak ondan fazla kişinin ölümü, binlerce kişinin de yaralanmasına yol açılmıştır. Gezi Parkı ile başlayan süreçte Gezi Parkı'nın, Parkı savunanlarca “yağma” olarak nitelenen dönüştürülmesi önlenmiş olsa da talepler büyük ölçüde yok sayılmaktadır. Gezi sürecinde tepkilerini dile getiren insanlar taleplerinin arkasında olduklarını ve bunları talep etmelerinin demokratik hakları olduğunu bugün de her fırsatta, örneğin savcılık suç duyurularında dile getirmektedirler.
Gezi protestolarının başlangıcından beri gerek sürece duyarlı meslek örgütleri gerekse süreci bir toplumsal mühendislik bağlamında ele almak isteyen odaklar sürekli olarak veriler ve görüşler yayınlamıştır. Bütün bu veri ve görüşler çok net olan görünümleri bulanıklaştırarak bir karmaşaya yol açabilmiştir.
Bu raporun amacı, ülkemiz açısından bir turnusol kâğıdı işlevi gören süreçte bir biçimde yer almış kimi aktörlerin konumlarına dair açıklaştırma sağlamak, kamuoyuna yansıtılan verilerin yanıltıcı yanlarına işaret etmek ve sonrasına dair beklentileri ifade etmektir.
Rapor, sürecin devam ediyor olması dolayısıyla bilimsel verilerden çok kamuoyuna yansıyanlar üzerinden bir değerlendirme sunmak amacındadır ve kamuoyu tarafından kabul edildiği ve sahiplenildiği kadar geçerlilik iddiasında olacaktır.
HÜKÛMET
Gezi süreci, en basit demokratik değerleri benimsemiş ülkelerde bile doğal kabul edilen ortak bir talebin dillendirilmesine karşı AKP Hükûmeti’nin tam bir seferberlik ilan etmesiyle, tüm dünyada oluşan şaşkınlıkla ülke çapına yayılmıştır. Gezi Parkı'nda, Park'tan yararlanan insanların, kentsel dönüşüme karşı kendi düşüncelerini ifade etmesi ve Parkın dönüşümüne karşı çıkması, akıllara durgunluk verecek açıklamalar ve polis müdahaleleriyle tüm ülkeye yayılmıştır.
Siyasetin görevi, atacağı adımlarda toplumsal uzlaşı arayarak insanların rızasını sağlamak iken Hükûmet, yürütme üzerinde kurduğunu varsaydığı gücüne güvenerek adeta halka meydan okuyan bir tutum izlemiş ve protestoların hızla yayılmasına yol açmıştır. İnsanların mantıklı ya da faydalı bulmadığı yasakları, bunları kabul ettiğini açıkça beyan etmemiş olan ve “benim seçmenim” olarak tanımlanan bir varsayımsal kitleye göndermede bulunarak dayatma çabasına giren Hükûmetin karşısında, uzun süren iktidarı süresince oluşan rahatsızlık birikimi, temel kabullerde bir araya gelerek taleplerini dillendirmiş ve bu konuda herhangi bir geri adı atılmamıştır. Hükûmet kontrolündeki kurum ve kuruluşlar dahi süreçte Hükûmetin yaklaşımını yanlış bulanların ezici bir çoğunlukta olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim, çok sayıda ankette Hükûmetin Gezi Parkı politikasının AKP seçmeni tarafından bir %40 dolayında yanlış bulunduğunu gösterirken bu oran İstanbullular arasında yapılan araştırmalarda %75'e kadar çıkabilmiştir.
Hükûmet, güçlü bir halk desteği olsa dahi bu dönüşüme karşı olan insanları dikkate almak zorunluluğundayken bunu yapmayarak büyük bir meşruiyet kaybı yaşamış ve artık ancak TOMA ve polis tarafından korunan ve ayakta tutulan bir hükûmet durumuna düşmüştür.
Altını bir kez daha çizmek gerekmektedir ki Gezi Parkı ile başlayan ve tüm yurda yayılan protestolar “iki ağaç” sorunu olmaktan öte AKP Hükûmeti tarafından zorla dayatılan bireysel özgürlüklerin daraltılması, laikliğin kaldırılması, doğanın kâr uğrunda sınırsız yaralanması, kentlerin 'dönüşüm' adı altında yağmalanması, yolsuzluklar, güvencesizlik, işsizlik, iş güvencesizliği, sağlık sigortası kapsamının daraltılması ve bir hükûmetten beklenebilecek noktaların çoğundaki yetersizlik ve tam aksi yönde gerçekleştirilen hareketlerin sonucudur. Kendi gereksinimlerini karşılayamadığını gören geniş halk yığınları AKP Hükûmetine karşı demokratik haklarını kullanarak uyarıda bulunmuş, bu uyarıya verilen karşılıksa aynı kitlenin gözünde AKP Hükûmeti”nin meşruiyetini tamamen bitirmiştir.
POLİS
Gezi Parkı Protestoları, Türkiye'de polis şiddetinin boyutlarını tüm ülkede ortaya sermiştir. Bugüne kadar orantısız güç kullanılan polis müdahalelerinin hep hak edildiği yönünde oluşturulan ve toplumun çok küçük bir kısmında tartışma konusu yapılan orantısız güç kullanımı artık bir olgu olarak çok geniş kesimlerce kabul edilmiştir. Orantısız güç kullanımı sorununu çözülmesi gereken bir sorun olarak ortaya koyan süreç aynı zamanda polisin eğitimi, denetimi ve hakları konusunu da gündeme getirmiştir.
Öncelikle polisin, siyasi iktidardan bağımsız ve temel insan haklarına göre biçimlendirilmiş bir düzenlemeye göre görevini yerine getirmesinin sağlanmasının bir zorunluluk olduğu ortaya çıkmıştır. Emri veren kendini açıklamış olsa da bu emri yerine getirenlerin yasa dışı ve insanlığa aykırı emri yerine getirmede gösterdikleri istekliliği açıklamamaktadır. Binlerce görüntüde açıklıkla görüldüğü üzere olaylara müdahale eden polislerin en net ve kısa açıklaması “çektim üç tane sıktım” ifadesinde kendini bulmaktadır. Polis, kendi açıkladığı verilerin de gösterdiği üzere tutarsız ve tartışmalı eylemlerle halkın can güvenliğini tehlikeye sokmuş, insanların yaşam hakkını gasp etmeye varan uygulamalarda bulunmuştur.
Çalışma koşulları ve iş güvenceleri amirlerinin ve “emri veren”in iki dudağı arasında olan, bir başka iş bulamadığı için polis olmak zorunda kalan insanların nasıl bir eğitim alarak bu hale geldikleri açıklanmaya muhtaçtır. İnsanların kafasına, gözüne atılan gaz bombası fişeklerinin üzerinde bile nasıl kullanılması gerektiği yazarken bunları öldürme/yaralama amaçlı kullanmanın, TOMAlarla insanları ezmenin bildiğimiz ölçütler içinde açıklanabilmesi zordur.
YARGI
Haziran ayının ilk günlerinde, polisin orantısız güç kullanımına dair, özellikle barolar tarafından yapılan şikâyetlerin ilgili adli makamlarca hızla değerlendirilerek halkın can güvenliğini güvence altına almaya çalışmak yerine baret, deniz gözlüğü, gaz maskesi gibi basit can güvenliği donanımlarını suç unsuru gibi görüp bunları kullanandan suçlu yaratmaya dönük süreçler genel olarak adli sisteme karşı güven erozyonu yaratmıştır.
Bugünlerde, protestolara katılan insanların, sırf demokratik haklarını kullandıkları için haklarında mahkemelere sunulan iddianameler gündeme gelmekteyken Ethem Sarısülük/Mehmet Ayvalıtaş/siyah Laguna davaları dışında tek bir olayın/şikâyetin yargı aşamasına gelmemiş olması kaygı vericidir. Savcıların kendiliğinden harekete geçerek soruşturmaları başlatmaları ve yetkisini aşan, daha doğrusu yetkisini kötüye kullanan kolluk güçleri hakkında soruşturmaları başlatması gerekirken, en başta yaşama hakkı olmak üzere hiç bir durumda kişiden ayrılamaz haklarına tecavüz edilmiş kişilerin yargılanmaya çalışılmasını kamuoyu şaşkınlıkla izlemektedir.
YEREL YÖNETİMLER
Gezi süreci, yerel yönetimlerin iki açıdan ele alınmasını gerektirmiştir. Birincisi, yerel yönetimlerin merkezi yönetime devredilen yetkileriyle yetkisizleştirilmesiyken ikincisi, yerel yönetimlerin tutumları arasındaki farklılıklardır.
Gezi Parkı, ODTÜ ve daha pek çok örnekte görüldüğü üzere özellikle kentsel dönüşüm kapsamında yetkileri alınan yerel yönetimler, karar alma süreçleri açısından anlamlarını yitirmiştir. Oysa demokrasinin olmazsa olmazlarından olan karar alma süreçlerine katılımın en doğrudan sağlandığı yerlerden birisi olan yerel yönetimlerin, orada yaşayan insanların taleplerini dikkate alarak hareket etmesini olanaksızlaştıran yetki devirleriyle görülmüştür ki merkezi yönetimin yerele karşı duyarsızlığı ve umursamazlığı, orada yaşayan insanlar için yaşamı çekilmez hale getirebilmektedir. Karar alma süreçlerine orada yaşayanların katılımına açık bir yerel yönetim yaklaşımının düzenlenmesinin pek çok sorunu çözmesi olanaklı olabilecektir.
Diğer yandan, pek çok yerel yönetim, polisin orantısız güç kullanımına 'su taşımıştır'. Yerel yönetimlerin birincil sorumluluğu, yönetim alanı içinde var olan sorunları çözmekken bunu atlayıp, polisin orantısız güç kullanımına lojistik destek vermesi ne görevidir ne de mantıklıdır. TOMAlara su taşımak, toplu taşıma araçlarını vermek, binaların kullanımını vermek gibi destekler, elbette bu seçim alanlarında yaşayanlarca değerlendirilecektir. Bu durumla ilgili tek ayrıksı örnek, Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından verilmiştir ve olabilirliği bu sayede ortaya konmuştur.
MESLEK ÖRGÜTLERİ
Yaptıkları açıklamalar ve getirdikleri önerilerle toplumsal olarak daha ileri bir düzeye erişmenin teknik yönlerine dair açıklamalarda bulunan ve bunu da bir çıkar amacı gütmeksizin gerçekleştiren meslek örgütleri Gezi sürecinde de önemli bir yer tutmuştur. Gezi Parkı ve daha genel olarak kentsel dönüşüm hakkında kamuoyunu bilgilendiren meslek odalarından, alanlarda polis saldırılarından etkilenen yaralılara anından müdahale eden doktorlara, gözaltılar da ve adliyelerde halkını bir an olsun yalnız bırakmayan avukatlara kadar farklı mesleklerden uzmanlar özverili çabalarıyla saygınlıklarını pekiştirmişlerdir.
Bu kadar özverili çalışan bu örgütler, ne yazık ki yürütmenin kontrolündeki kurumların güvenirliği tartışmalı verileri de ele almak sorumluluğunu yüklenmek durumundadırlar. Kamuoyunun doğru ve tarafsız bilgilenmesi artık tarafsız sayılabilecek hükûmet dışı kuruluşların görevleri arasındadır ve bunların da çoğunun tartışmalı kuruluşlar olması meslek örgütlerine ek görevler getirmektedir. Gezi sürecine dair bugüne kadar güvenilir veriler halen sağlanabilmiş değildir. Özellikle tabip odaları ve barolardan, hem Gezi hem de bundan sonra yaşanacak süreçlerde kamuoyuna doğru bilgi sağlama görevi de düşmektedir.
SİYASİ PARTİLER
Gezi, hükûmet partisi dahil bütün siyasi partilerin destekleyenlerinden az ya da çok katılım sergilenmiş bir süreç olarak tarihe geçmiştir. Ancak şu ana kadar, Türkiye'nin her yerinde milyonların taleplerinin yankısını bulduğu bir siyasal oluşum gözükmemektedir. Siyasi partilerin izleyecekleri politikaları belirlemeleri kendilerinin bileceği iştir. Ancak burada sorun, halkın, kendi taleplerini karşılayacak programların üretilmesindeki atalettir. Bu anlamda Gezi, son derece politik bir süreç olmakla birlikte karşılığını politik alanda bulamamıştır. Bunda, katılımın çeşitliliği ve zenginliği kadar siyasetin, kendi tabanının da içinde yer aldığı talepleri karşılama yolunu bulamamış olması olarak görmek yerindedir.
Siyaset, kendi söylediklerinin kitlelerde yankılanmasını beklemekten daha çok kitlelerin söylediğine karşılık üretmek olarak da görülebilir. Bu iki nokta, talep sahipleriyle kurulacak sıkı bağlarla aşılabilir niteliktedir ancak ülkemiz siyasi parti yapılanmasındaki yönetim - taban çelişkisi halen aşılabilmiş değildir. Seçim sistemindeki akla uygun düşmeyen engellemelerle bütünleşik yönetim – taban ayrımı, siyaseti, halk açısından sorunları çözecek makul alan olma niteliğinden soyutlamaktadır.
MEDYA
Kamuoyunun haber alma hakkı, medya organlarının sahibi sıfatını taşıyanların kişisel çıkarlarına göre yorumlanabilecek bir hak değildir. Gezi sürecinde medya, özellikle haber kanalları, yürütme ile girdikleri iş/siyasi ilişkilerinin ya da bir denetim sırasında açıklarının ortaya çıkarılması korkusuyla bizzat kendi okurlarının ve izleyicilerinin katıldığı bir protestoyu görmezden gelme yolunu tutmuştur. Protestoların kendilerine de yönelmesiyle arka fonu buzlayarak ve gösterilerin içeriğini olanaklar elverdiği ölçüde sansürleyerek açıkça kamuoyunu yanıltmaya yönelmiştir. Bu göz kapama öyle bir noktaya gelmiştir ki alana haber yapması için gönderdikleri muhabirlerinin uğradığı şiddeti bile görmezden gelerek çalışanlarına karşı bile etik olmayan bir tutum sergilemişlerdir.
Medyanın genel olarak yanlı ve oto-sansürcü tutumu, halkın kendi olanaklarını kullanarak tüm dünyayı haberdar etme sorumluluğunu üstlenmesine yol açmış ve sansür merkezi olmayan yeni bir habercilik anlayışı gelişmiştir. Bu anlayışa paralel davranan sınırlı sayıda gazete ve televizyonun yanında kendi kurumsallaşma çabasını ortaya koymaya başlayan ve olanı olduğu gibi halka bildirmek kaygısı güden bu yeni anlayış yeni bir nefes getirerek yeni bilgilenme ve haberdar olma kanallarını ortaya çıkarmıştır.
Polisin orantısız güç kullanmasından alandaki muhabirleri kaçınılmaz olarak etkilenen kanalların ve gazetelerin bunu bile görmezden gelme yeteneği için en güzel öneri “Başbakan'dan bu kadar korkmayın” denerek verilmiştir.
GEZİ'YE AİT VERİLER
Gezi sürecinin gözler önüne serdiği en önemli veri, hiç kuşkusuz halkın artık oy atıp bir sonraki oya kadar etkisiz kaldığı edilgen demokrasiyi yeterli görmeyerek daha etkin bir katılımı yeğlediğini göstermiş olmasıdır. Bu, alışılagelen edilgen yaklaşımlara göre kendini baştan aşağı tasarlamış kurum ve kuruluşlar açısından karşılanması güç bir talep olduğu için karşılamak yerine bastırmak yoluna gidilmiştir. Bastırılamamıştır ve insanlar kendilerini etkileyecek her kararda katılım göstermeye kararlı gözükmektedir.
Söz konusu talebi karşılamak yerine bastırmayı yeğlemek bir takım olumsuz sonuçlara yol açmıştır ve en önemlisi can güvenliğinin sağlanamamış olmasıdır.
Gezi Parkı Protestoları sırasında Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali Simail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, İrfan Tuna, Selim Önder, Zeynep Eryaşar ve Serdar Kadakal güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanımı ya da göstericilerin can güvenliğini koruma altına alacak gerekli önlemleri almaması nedeniyle yaşama hakları ellerinden alınmış kişilerdir. Bunun yanında, Emniyet'e göre 4329, Türk Tabipler Birliği'ne (TTB) göre 8163 kişi yaralanmıştır. Gösterilerde kaç kişinin yaralandığı ve bu yaralanmaların türlerine dair tek ayrıntılı çalışmayı TTB kendi olanaklarıyla derlemiş ve kamuoyuyla paylaşmıştır. Sağlık Bakanlığı ise bu konuda herhangi bir veri sunmamıştır. Aksine, Sağlık Bakanlığı yaydığı fişleme korkusu ile göstericilerin sağlık haklarını kullanması üzerinde bir baskı yaratmaya çabalamış, sağlık kurumlarına başvuruların farklı gerekçelerle yapılmasını sağlamaya çalışmıştır. Platform olarak bizim öngörümüz, yalnızca Kızılay'da 1 Haziran günü atılan gaz bombası sayısının 150 bin civarında olduğu düşünülürse verilen sayıların çok ötesine geçmektedir.
Bugün için halen, gösterilerde ağır yaralanan kişilerin tedavileri sürmektedir.
Gene Emniyet kaynaklı olarak kamuoyuna sunulan bir bilgiye göre protestolar sırasında 5 binden fazla kişi gözaltına alınmıştır. Aynı kaynak, gösterilere 3,5 milyon civarı kişinin katıldığını belirtmektedir ki daha önce bu sayının yalnızca İstanbul için 7,5 milyon civarında olduğu belirtilmişti. Sayının kaç olduğuna bakılmaksızın, ülkenin her yanına yayılmış ve sürmekte olan bu kadar geniş kapsamlı bir protestoda gözaltı sayısının bu kadar az olması ve bunların içinden çoğu tutuksuz olarak yargılanmak üzere serbest bırakılmış olan 189'unun tutuklanması, protestoların yasalara aykırı bir yanının olmadığının açık göstergesi olarak yorumlanabilir. Buna karşın, Antalya'da 170 ve Kırklareli'nde 130 kişi hakkında, Anayasa ve uluslararası sözleşmelere uygunluğu tartışmalı olan 2911 sayılı yasaya muhalefet başta olmak üzere çeşitli yasalara aykırılık gerekçeleriyle iddianameler hazırlanması, daha etken ve katılımcı bir demokrasiye geçmek isteyen kitlesel taleplere karşı baskılayıcı bir görünüm sergilemektedir. Görece küçük ve katılımın az olduğu bu illerde bu kadar kişilik iddianameler hazırlanıyorsa benzeri iddianamelerin katılımın daha yüksek olduğu Ankara, İstanbul, İzmir, Hatay gibi iller için on binlerle ifade edilecek sayılarda hazırlanması olasılığı kaygı vericidir. Nitekim dün basına yer alan bilgilere göre İstanbul’da tek bir iddianamede 255 kişi hakkında bir soruşturma başlatıldığı ve 36 iddianamenin daha hazırlandığı bilgisi yer almıştır.
Yargının önceliği, temel insan haklarına yapılan saldırıları ele almak ve bunların yinelenmesini önlemek olmalıdır. Bu, asgari demokratik tutum açısından gereklidir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Gezi sürecinde şu ana kadar yalnızca sınırlı sayıda davada davasında somut bir ilerleme gözlenmekteyken, tüm ülkenin gözü önünde işlenen suçların yargılanmasının kamuoyuna güven vermekten uzak gözükmektedir.
Kamuoyuna sunulan bir diğer çelişkili veri, protestoların yol açtığı parasal maliyetlerdir. Örneğin Emniyet, Türkiye çapında toplam 139 milyon TL'lik bir zarardan bahsederken bunun 10 milyon TL'sinin toplu taşım araçlarına verildiğini belirtmekte; oysa Ankara Büyükşehir Belediyesi yalnızca Ankara'da EGO otobüslerine verilen zararın 10 milyon TL olduğunu ileri sürmektedir. Çelişkilerin olması bir yana, bu zararları verenin göstericiler olduğunu ileri sürmek de tartışmalıdır. Protestolar sırasında, insanlara, dükkanlara, konutlara en büyük zararı verebilecek ateşli silahları, su toplarını kullananlar göstericiler değil güvenlik güçleriydi. Tanımlanan zararın ve orantısız güç kullanımının nelere yol açtığının net kanıtları, MOBESE kameralarında kayıt altına alınmıştır. Bu kayıtların tamamının kamuoyuna sunulması, gereksiz tartışmaları ortadan kaldıracaktır.
Kamera kayıtlarının paylaşılmaması durumunda, tarafsız sayabileceğimiz meslek örgütlerinin değerlendirmelerinin kamuoyu nezdinde daha geçerli olması kaçınılmazdır. Ethem Sarısülük'ün göstericilerin attığı taşla öldüğünü söyleyen belediyecilerin ya da orantısız güç kullandığı uluslararası kurumlarca da ifade edilen Emniyet'in verilerinin güvenirliğini kabul etmek olası gözükmemektedir.
YARALILARIN DURUMU
Gezi Parkı Protestolarında, demokratik haklarını kullanan insanlara karşı uygulanan orantısız polis şiddeti sırasında biber gazı kullanımı, darp, cinsel taciz, TOMA ile ezme, ateşli silahlarla vurma, dövme, basınçlı su sıkma gibi çeşitli biçimlerde işkence ve yaralamalar söz konusu olmuştur. Her bir yaralanmanın derecesi farklı olsa da bu farklılık o andaki rastlantısallık sonucundadır. Polis güçleri, hedef aldıkları kişiyi bir daha demokratik talebini alanlarda ifade edemeyecek biçimde yaralamaya çabalamıştır. Bunun açıkça ifade edildiği videolar ve haberler pek çok yerde yayınlanmıştır.
En ağır yaralanmalar genellikle biber gazı bombasının kafaya nişan alarak ateşlenmesi sonucunda ortaya çıkarken, polisler tarafından toplu olarak dövülen, sürüklenen, ateşe atılan örnekler de görülmüştür.
Yaralananların çoğunluğu, kendi olanaklarıyla hastanelere gitmek zorunda kalmış, ambulans çağrıları yanıt bulamamıştır. Hastanelere gidebilen yaralılara gereken ilk müdahale, Ali İsmail Korkmaz örneği bir istisna olmak üzere, bilindiği kadarıyla gerektiği gibi yapılmıştır. Kimi özel hastanelerin hasta kabulünde isteksiz davrandığına dair iddialarda bulunulmuştur.
Hasta girişleri ilk başvuruda acilden olduğu için bir sıkıntı yaşanmamıştır. Ancak tedavilerin sonraki aşamalarında sigortası olmadığı için ya da gerekli tedavi sigorta kapsamında ya da Türkiye'de sağlanamadığı için kimi hastaların tedavisinde ilerleyen dönemlerde sorunlar yaşanabilmiştir. Bunlar, kamuoyu duyarlılığı sayesinde çözüme kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Devlet, yaralanmasına yol açtığı kişilerin gerek duyduğu tedavilerin yapılmasına dair herhangi bir girişimde bulunmamıştır ve yaralıların tedavisi noktasında ailelerin sırtına hem maddi hem manevi büyük yüklerin binmesine seyirci kalmıştır.
Yirmiden fazla kişi görme kaybı yaşamış, bunlardan bir kısmının görmesi tedavi sürecinde olumlu yönde değişirken bir kısmı ne yazık ki görme yetisini hedef alınan gözü için yitirmiştir. İkinci gözünü de kaybetme riski taşıyan yaralılar bulunmaktadır.
Beyin sarsıntısı geçiren yaralıların durumu ilk tedavi sonrasında hızla iyileşme yolunda olmakla birlikte en az iki sene gözlem altında kalmaları gerekmektedir. Bu durumda olan yaralı sayısı tam olarak bilinmemektedir.
Vücudunun çeşitli yerlerinde kırık olan yaralıların kimisine platin takılması gerekmiştir. Bu durumda olan yaralı sayısı bilinmemektedir. Kırıkların nedenleri arasında dövülme veya biber gazı bombası yer almaktadır.
Yaralıların yaptığı şikayetlerin henüz hiç birisi savcılık aşamasını geçerek yargılama aşamasına gelememiştir. Bunun nedenlerinden en önemlisi, savcılar tarafından Emniyet'e gönderilen yazıların gereğinin Emniyet tarafından yapılmaması olarak belirtilmektedir. Emniyet, savcılıkların gönderilmesini istediği belirli bir yer ve zamana dair personel bilgisi ve görüntü kayıtlarını ya bu tür bir bilginin olmadığı biçiminde yanıtlamakta ya da istenenin içinden ayıklanmasını zorlaştıracak bir karmaşa yaratacak biçimde göndermektedir.
Belirtilen sağlık durumları ve adli süreçlerin yetersiz işlemesi dolayısıyla yaralılar bir güvensizlik ve kuşku içindedirler.
SONUÇ VE BEKLENTİLER
Gezi Parkı Protestoları, Türkiye'de yeni bir demokrasi döneminin başlangıcı niteliği taşımaktadır. Bu niteliğin kendisini zamanla daha fazla duyumsatacağına kuşku duymuyoruz. Ancak şu ana kadar sürece polisin orantısız güç kullanımı damgasını vurmuştur. Yargının, bireysel şikayetlere karşı halen tatmin edici bir girişimde bulunmaması; yasamanınsa az sayıda milletvekili dışında tepkisiz tutumu; medyanın olayları görmemesi, gördüğünde de yanlı görmesi ve bütün bunların nedeni olarak da yürütmeye işaret ediliyor olması, AKP Hükûmeti’nin meşruiyetini sorgulanır duruma gelmiştir.
Bugüne kadar taleplerini tek tek dile getirmeye çalışan doktorlar, avukatlar, işçiler, öğrenciler, köylüler yakışıksız sıfatlar ve ithamlarla karşı karşıya kalmışken bugün halka takılan sıfatlar ancak espri konusu olabilmiştir. Dolayısıyla, AKP Hükûmeti’nden, istifa etmesi dışında bir beklenti söz konusu değildir.
Polisler içinse, kendi sendikalarına sahip çıkarak iki dudak arasına sıkışmaktan kendilerini kurtaracak bir çabada her türlü toplumsal desteği bulacakları kuşkusuzdur. İnsan haklarının ne olduğunu içselleştirmelerini sağlayacak bir eğitim sürecinden geçirilmeleri yanında kolluğa bu kadar geniş keyfiyet veren uygulamaların değişmesi gerektiği açıktır.
Yargıdan; kendisinin son başvuru noktası olduğunun, burada adaleti bulamayan insanların bir başka başvuru noktası olmadığını bilerek hareket etmesi beklenmektedir. Hukuk devleti olma iddiası varsa yargı, suçu işleyenin kim olduğuna bakmaksızın görevini yerine getirmekten çekinmemelidir.
Yerel yönetim seçimlerinin yaklaştığı bugünlerde, orantısız güç kullanımına destek sağlamayacağını açıkça beyan etmeyen hiçbir adayın desteklenmemesi gerektiği, halkın can güvenliği açısından bunun önemli bir nokta olduğunun altını çiziyor ve yerel yönetimlerin yetkilerinin merkeze alınmasının sakıncaları bu kadar net gözükmüşken konunun yeniden ele alınmasını zorunlu görüyoruz.
Gezi sürecinde çıkan vatandaş haberciliği ve sosyal medyanın haber verme amacıyla kullanımı, merkez medyanın gücünü sarsmış, artık sosyal medyadan haber veren gazete ve televizyonlar çıkmıştır. Bu noktada, gazetecilik mesleğinin saygınlığı ve görevi halk tarafından ve halk nezdinde sürdürülmektedir.
Gezi’nin, protestolara katılanlar açısından turnusol işlevini gördüğü en önemli nokta, kuşkusuz örgütsüzlüğün, bütün niyet ve amaçları zora soktuğu gerçeğidir. Yürütme tarafından kapsanamayan ve fiili olarak kapsanması olanaklı olmayan çok büyük bir alanın var olduğu görülmüştür. Yürütme üzerinde belirleyici ve kısıtlayıcı olabilecek bu alanın, bir dikta veya polis devletinin varlığını olanaksızlaştırması, başka seçenekleri göz ardı etmeksizin, ancak örgütlülükle gerçekleştirilebilecek gibi görünmektedir. Bu anlamda, Gezi Parkı protestolarında şiddet gören herkesi platform ile bağlantıya geçerek çalışmalara katılmaya çağırırken, örgütlü ve dayanışma içinde atılacak adımların özgür, insan haklarına saygılı, laik bir ülkeyi var etmek adına hepimizin sorumluluğu olduğunu bir kez daha anımsatıyoruz.
GEZİ PARKI 6. AY RAPORU
GEZİ TURNUSOLUNDAN GERÇEKLER
Gezi Parkı'nı kentsel dönüşüm çerçevesinde yıkma planına, demokratik haklarını barışçıl biçimde kullanarak karşı duran vatandaşlara polisin uyguladığı şiddet kısa sürede tüm ülkede tepkiye dönüşmüştür. Hükûmetin yürüttüğü politikalara ve özünde Hükûmete duyulan bu tepki bugün de dillendirilmektedir. Polis şiddetiyle bastırılmaya çalışılan tepkiler doğru biçimde ele alınmayarak ondan fazla kişinin ölümü, binlerce kişinin de yaralanmasına yol açılmıştır. Gezi Parkı ile başlayan süreçte Gezi Parkı'nın, Parkı savunanlarca “yağma” olarak nitelenen dönüştürülmesi önlenmiş olsa da talepler büyük ölçüde yok sayılmaktadır. Gezi sürecinde tepkilerini dile getiren insanlar taleplerinin arkasında olduklarını ve bunları talep etmelerinin demokratik hakları olduğunu bugün de her fırsatta, örneğin savcılık suç duyurularında dile getirmektedirler.
Gezi protestolarının başlangıcından beri gerek sürece duyarlı meslek örgütleri gerekse süreci bir toplumsal mühendislik bağlamında ele almak isteyen odaklar sürekli olarak veriler ve görüşler yayınlamıştır. Bütün bu veri ve görüşler çok net olan görünümleri bulanıklaştırarak bir karmaşaya yol açabilmiştir.
Bu raporun amacı, ülkemiz açısından bir turnusol kâğıdı işlevi gören süreçte bir biçimde yer almış kimi aktörlerin konumlarına dair açıklaştırma sağlamak, kamuoyuna yansıtılan verilerin yanıltıcı yanlarına işaret etmek ve sonrasına dair beklentileri ifade etmektir.
Rapor, sürecin devam ediyor olması dolayısıyla bilimsel verilerden çok kamuoyuna yansıyanlar üzerinden bir değerlendirme sunmak amacındadır ve kamuoyu tarafından kabul edildiği ve sahiplenildiği kadar geçerlilik iddiasında olacaktır.
HÜKÛMET
Gezi süreci, en basit demokratik değerleri benimsemiş ülkelerde bile doğal kabul edilen ortak bir talebin dillendirilmesine karşı AKP Hükûmeti’nin tam bir seferberlik ilan etmesiyle, tüm dünyada oluşan şaşkınlıkla ülke çapına yayılmıştır. Gezi Parkı'nda, Park'tan yararlanan insanların, kentsel dönüşüme karşı kendi düşüncelerini ifade etmesi ve Parkın dönüşümüne karşı çıkması, akıllara durgunluk verecek açıklamalar ve polis müdahaleleriyle tüm ülkeye yayılmıştır.
Siyasetin görevi, atacağı adımlarda toplumsal uzlaşı arayarak insanların rızasını sağlamak iken Hükûmet, yürütme üzerinde kurduğunu varsaydığı gücüne güvenerek adeta halka meydan okuyan bir tutum izlemiş ve protestoların hızla yayılmasına yol açmıştır. İnsanların mantıklı ya da faydalı bulmadığı yasakları, bunları kabul ettiğini açıkça beyan etmemiş olan ve “benim seçmenim” olarak tanımlanan bir varsayımsal kitleye göndermede bulunarak dayatma çabasına giren Hükûmetin karşısında, uzun süren iktidarı süresince oluşan rahatsızlık birikimi, temel kabullerde bir araya gelerek taleplerini dillendirmiş ve bu konuda herhangi bir geri adı atılmamıştır. Hükûmet kontrolündeki kurum ve kuruluşlar dahi süreçte Hükûmetin yaklaşımını yanlış bulanların ezici bir çoğunlukta olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim, çok sayıda ankette Hükûmetin Gezi Parkı politikasının AKP seçmeni tarafından bir %40 dolayında yanlış bulunduğunu gösterirken bu oran İstanbullular arasında yapılan araştırmalarda %75'e kadar çıkabilmiştir.
Hükûmet, güçlü bir halk desteği olsa dahi bu dönüşüme karşı olan insanları dikkate almak zorunluluğundayken bunu yapmayarak büyük bir meşruiyet kaybı yaşamış ve artık ancak TOMA ve polis tarafından korunan ve ayakta tutulan bir hükûmet durumuna düşmüştür.
Altını bir kez daha çizmek gerekmektedir ki Gezi Parkı ile başlayan ve tüm yurda yayılan protestolar “iki ağaç” sorunu olmaktan öte AKP Hükûmeti tarafından zorla dayatılan bireysel özgürlüklerin daraltılması, laikliğin kaldırılması, doğanın kâr uğrunda sınırsız yaralanması, kentlerin 'dönüşüm' adı altında yağmalanması, yolsuzluklar, güvencesizlik, işsizlik, iş güvencesizliği, sağlık sigortası kapsamının daraltılması ve bir hükûmetten beklenebilecek noktaların çoğundaki yetersizlik ve tam aksi yönde gerçekleştirilen hareketlerin sonucudur. Kendi gereksinimlerini karşılayamadığını gören geniş halk yığınları AKP Hükûmetine karşı demokratik haklarını kullanarak uyarıda bulunmuş, bu uyarıya verilen karşılıksa aynı kitlenin gözünde AKP Hükûmeti”nin meşruiyetini tamamen bitirmiştir.
POLİS
Gezi Parkı Protestoları, Türkiye'de polis şiddetinin boyutlarını tüm ülkede ortaya sermiştir. Bugüne kadar orantısız güç kullanılan polis müdahalelerinin hep hak edildiği yönünde oluşturulan ve toplumun çok küçük bir kısmında tartışma konusu yapılan orantısız güç kullanımı artık bir olgu olarak çok geniş kesimlerce kabul edilmiştir. Orantısız güç kullanımı sorununu çözülmesi gereken bir sorun olarak ortaya koyan süreç aynı zamanda polisin eğitimi, denetimi ve hakları konusunu da gündeme getirmiştir.
Öncelikle polisin, siyasi iktidardan bağımsız ve temel insan haklarına göre biçimlendirilmiş bir düzenlemeye göre görevini yerine getirmesinin sağlanmasının bir zorunluluk olduğu ortaya çıkmıştır. Emri veren kendini açıklamış olsa da bu emri yerine getirenlerin yasa dışı ve insanlığa aykırı emri yerine getirmede gösterdikleri istekliliği açıklamamaktadır. Binlerce görüntüde açıklıkla görüldüğü üzere olaylara müdahale eden polislerin en net ve kısa açıklaması “çektim üç tane sıktım” ifadesinde kendini bulmaktadır. Polis, kendi açıkladığı verilerin de gösterdiği üzere tutarsız ve tartışmalı eylemlerle halkın can güvenliğini tehlikeye sokmuş, insanların yaşam hakkını gasp etmeye varan uygulamalarda bulunmuştur.
Çalışma koşulları ve iş güvenceleri amirlerinin ve “emri veren”in iki dudağı arasında olan, bir başka iş bulamadığı için polis olmak zorunda kalan insanların nasıl bir eğitim alarak bu hale geldikleri açıklanmaya muhtaçtır. İnsanların kafasına, gözüne atılan gaz bombası fişeklerinin üzerinde bile nasıl kullanılması gerektiği yazarken bunları öldürme/yaralama amaçlı kullanmanın, TOMAlarla insanları ezmenin bildiğimiz ölçütler içinde açıklanabilmesi zordur.
YARGI
Haziran ayının ilk günlerinde, polisin orantısız güç kullanımına dair, özellikle barolar tarafından yapılan şikâyetlerin ilgili adli makamlarca hızla değerlendirilerek halkın can güvenliğini güvence altına almaya çalışmak yerine baret, deniz gözlüğü, gaz maskesi gibi basit can güvenliği donanımlarını suç unsuru gibi görüp bunları kullanandan suçlu yaratmaya dönük süreçler genel olarak adli sisteme karşı güven erozyonu yaratmıştır.
Bugünlerde, protestolara katılan insanların, sırf demokratik haklarını kullandıkları için haklarında mahkemelere sunulan iddianameler gündeme gelmekteyken Ethem Sarısülük/Mehmet Ayvalıtaş/siyah Laguna davaları dışında tek bir olayın/şikâyetin yargı aşamasına gelmemiş olması kaygı vericidir. Savcıların kendiliğinden harekete geçerek soruşturmaları başlatmaları ve yetkisini aşan, daha doğrusu yetkisini kötüye kullanan kolluk güçleri hakkında soruşturmaları başlatması gerekirken, en başta yaşama hakkı olmak üzere hiç bir durumda kişiden ayrılamaz haklarına tecavüz edilmiş kişilerin yargılanmaya çalışılmasını kamuoyu şaşkınlıkla izlemektedir.
YEREL YÖNETİMLER
Gezi süreci, yerel yönetimlerin iki açıdan ele alınmasını gerektirmiştir. Birincisi, yerel yönetimlerin merkezi yönetime devredilen yetkileriyle yetkisizleştirilmesiyken ikincisi, yerel yönetimlerin tutumları arasındaki farklılıklardır.
Gezi Parkı, ODTÜ ve daha pek çok örnekte görüldüğü üzere özellikle kentsel dönüşüm kapsamında yetkileri alınan yerel yönetimler, karar alma süreçleri açısından anlamlarını yitirmiştir. Oysa demokrasinin olmazsa olmazlarından olan karar alma süreçlerine katılımın en doğrudan sağlandığı yerlerden birisi olan yerel yönetimlerin, orada yaşayan insanların taleplerini dikkate alarak hareket etmesini olanaksızlaştıran yetki devirleriyle görülmüştür ki merkezi yönetimin yerele karşı duyarsızlığı ve umursamazlığı, orada yaşayan insanlar için yaşamı çekilmez hale getirebilmektedir. Karar alma süreçlerine orada yaşayanların katılımına açık bir yerel yönetim yaklaşımının düzenlenmesinin pek çok sorunu çözmesi olanaklı olabilecektir.
Diğer yandan, pek çok yerel yönetim, polisin orantısız güç kullanımına 'su taşımıştır'. Yerel yönetimlerin birincil sorumluluğu, yönetim alanı içinde var olan sorunları çözmekken bunu atlayıp, polisin orantısız güç kullanımına lojistik destek vermesi ne görevidir ne de mantıklıdır. TOMAlara su taşımak, toplu taşıma araçlarını vermek, binaların kullanımını vermek gibi destekler, elbette bu seçim alanlarında yaşayanlarca değerlendirilecektir. Bu durumla ilgili tek ayrıksı örnek, Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından verilmiştir ve olabilirliği bu sayede ortaya konmuştur.
MESLEK ÖRGÜTLERİ
Yaptıkları açıklamalar ve getirdikleri önerilerle toplumsal olarak daha ileri bir düzeye erişmenin teknik yönlerine dair açıklamalarda bulunan ve bunu da bir çıkar amacı gütmeksizin gerçekleştiren meslek örgütleri Gezi sürecinde de önemli bir yer tutmuştur. Gezi Parkı ve daha genel olarak kentsel dönüşüm hakkında kamuoyunu bilgilendiren meslek odalarından, alanlarda polis saldırılarından etkilenen yaralılara anından müdahale eden doktorlara, gözaltılar da ve adliyelerde halkını bir an olsun yalnız bırakmayan avukatlara kadar farklı mesleklerden uzmanlar özverili çabalarıyla saygınlıklarını pekiştirmişlerdir.
Bu kadar özverili çalışan bu örgütler, ne yazık ki yürütmenin kontrolündeki kurumların güvenirliği tartışmalı verileri de ele almak sorumluluğunu yüklenmek durumundadırlar. Kamuoyunun doğru ve tarafsız bilgilenmesi artık tarafsız sayılabilecek hükûmet dışı kuruluşların görevleri arasındadır ve bunların da çoğunun tartışmalı kuruluşlar olması meslek örgütlerine ek görevler getirmektedir. Gezi sürecine dair bugüne kadar güvenilir veriler halen sağlanabilmiş değildir. Özellikle tabip odaları ve barolardan, hem Gezi hem de bundan sonra yaşanacak süreçlerde kamuoyuna doğru bilgi sağlama görevi de düşmektedir.
SİYASİ PARTİLER
Gezi, hükûmet partisi dahil bütün siyasi partilerin destekleyenlerinden az ya da çok katılım sergilenmiş bir süreç olarak tarihe geçmiştir. Ancak şu ana kadar, Türkiye'nin her yerinde milyonların taleplerinin yankısını bulduğu bir siyasal oluşum gözükmemektedir. Siyasi partilerin izleyecekleri politikaları belirlemeleri kendilerinin bileceği iştir. Ancak burada sorun, halkın, kendi taleplerini karşılayacak programların üretilmesindeki atalettir. Bu anlamda Gezi, son derece politik bir süreç olmakla birlikte karşılığını politik alanda bulamamıştır. Bunda, katılımın çeşitliliği ve zenginliği kadar siyasetin, kendi tabanının da içinde yer aldığı talepleri karşılama yolunu bulamamış olması olarak görmek yerindedir.
Siyaset, kendi söylediklerinin kitlelerde yankılanmasını beklemekten daha çok kitlelerin söylediğine karşılık üretmek olarak da görülebilir. Bu iki nokta, talep sahipleriyle kurulacak sıkı bağlarla aşılabilir niteliktedir ancak ülkemiz siyasi parti yapılanmasındaki yönetim - taban çelişkisi halen aşılabilmiş değildir. Seçim sistemindeki akla uygun düşmeyen engellemelerle bütünleşik yönetim – taban ayrımı, siyaseti, halk açısından sorunları çözecek makul alan olma niteliğinden soyutlamaktadır.
MEDYA
Kamuoyunun haber alma hakkı, medya organlarının sahibi sıfatını taşıyanların kişisel çıkarlarına göre yorumlanabilecek bir hak değildir. Gezi sürecinde medya, özellikle haber kanalları, yürütme ile girdikleri iş/siyasi ilişkilerinin ya da bir denetim sırasında açıklarının ortaya çıkarılması korkusuyla bizzat kendi okurlarının ve izleyicilerinin katıldığı bir protestoyu görmezden gelme yolunu tutmuştur. Protestoların kendilerine de yönelmesiyle arka fonu buzlayarak ve gösterilerin içeriğini olanaklar elverdiği ölçüde sansürleyerek açıkça kamuoyunu yanıltmaya yönelmiştir. Bu göz kapama öyle bir noktaya gelmiştir ki alana haber yapması için gönderdikleri muhabirlerinin uğradığı şiddeti bile görmezden gelerek çalışanlarına karşı bile etik olmayan bir tutum sergilemişlerdir.
Medyanın genel olarak yanlı ve oto-sansürcü tutumu, halkın kendi olanaklarını kullanarak tüm dünyayı haberdar etme sorumluluğunu üstlenmesine yol açmış ve sansür merkezi olmayan yeni bir habercilik anlayışı gelişmiştir. Bu anlayışa paralel davranan sınırlı sayıda gazete ve televizyonun yanında kendi kurumsallaşma çabasını ortaya koymaya başlayan ve olanı olduğu gibi halka bildirmek kaygısı güden bu yeni anlayış yeni bir nefes getirerek yeni bilgilenme ve haberdar olma kanallarını ortaya çıkarmıştır.
Polisin orantısız güç kullanmasından alandaki muhabirleri kaçınılmaz olarak etkilenen kanalların ve gazetelerin bunu bile görmezden gelme yeteneği için en güzel öneri “Başbakan'dan bu kadar korkmayın” denerek verilmiştir.
GEZİ'YE AİT VERİLER
Gezi sürecinin gözler önüne serdiği en önemli veri, hiç kuşkusuz halkın artık oy atıp bir sonraki oya kadar etkisiz kaldığı edilgen demokrasiyi yeterli görmeyerek daha etkin bir katılımı yeğlediğini göstermiş olmasıdır. Bu, alışılagelen edilgen yaklaşımlara göre kendini baştan aşağı tasarlamış kurum ve kuruluşlar açısından karşılanması güç bir talep olduğu için karşılamak yerine bastırmak yoluna gidilmiştir. Bastırılamamıştır ve insanlar kendilerini etkileyecek her kararda katılım göstermeye kararlı gözükmektedir.
Söz konusu talebi karşılamak yerine bastırmayı yeğlemek bir takım olumsuz sonuçlara yol açmıştır ve en önemlisi can güvenliğinin sağlanamamış olmasıdır.
Gezi Parkı Protestoları sırasında Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali Simail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, İrfan Tuna, Selim Önder, Zeynep Eryaşar ve Serdar Kadakal güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanımı ya da göstericilerin can güvenliğini koruma altına alacak gerekli önlemleri almaması nedeniyle yaşama hakları ellerinden alınmış kişilerdir. Bunun yanında, Emniyet'e göre 4329, Türk Tabipler Birliği'ne (TTB) göre 8163 kişi yaralanmıştır. Gösterilerde kaç kişinin yaralandığı ve bu yaralanmaların türlerine dair tek ayrıntılı çalışmayı TTB kendi olanaklarıyla derlemiş ve kamuoyuyla paylaşmıştır. Sağlık Bakanlığı ise bu konuda herhangi bir veri sunmamıştır. Aksine, Sağlık Bakanlığı yaydığı fişleme korkusu ile göstericilerin sağlık haklarını kullanması üzerinde bir baskı yaratmaya çabalamış, sağlık kurumlarına başvuruların farklı gerekçelerle yapılmasını sağlamaya çalışmıştır. Platform olarak bizim öngörümüz, yalnızca Kızılay'da 1 Haziran günü atılan gaz bombası sayısının 150 bin civarında olduğu düşünülürse verilen sayıların çok ötesine geçmektedir.
Bugün için halen, gösterilerde ağır yaralanan kişilerin tedavileri sürmektedir.
Gene Emniyet kaynaklı olarak kamuoyuna sunulan bir bilgiye göre protestolar sırasında 5 binden fazla kişi gözaltına alınmıştır. Aynı kaynak, gösterilere 3,5 milyon civarı kişinin katıldığını belirtmektedir ki daha önce bu sayının yalnızca İstanbul için 7,5 milyon civarında olduğu belirtilmişti. Sayının kaç olduğuna bakılmaksızın, ülkenin her yanına yayılmış ve sürmekte olan bu kadar geniş kapsamlı bir protestoda gözaltı sayısının bu kadar az olması ve bunların içinden çoğu tutuksuz olarak yargılanmak üzere serbest bırakılmış olan 189'unun tutuklanması, protestoların yasalara aykırı bir yanının olmadığının açık göstergesi olarak yorumlanabilir. Buna karşın, Antalya'da 170 ve Kırklareli'nde 130 kişi hakkında, Anayasa ve uluslararası sözleşmelere uygunluğu tartışmalı olan 2911 sayılı yasaya muhalefet başta olmak üzere çeşitli yasalara aykırılık gerekçeleriyle iddianameler hazırlanması, daha etken ve katılımcı bir demokrasiye geçmek isteyen kitlesel taleplere karşı baskılayıcı bir görünüm sergilemektedir. Görece küçük ve katılımın az olduğu bu illerde bu kadar kişilik iddianameler hazırlanıyorsa benzeri iddianamelerin katılımın daha yüksek olduğu Ankara, İstanbul, İzmir, Hatay gibi iller için on binlerle ifade edilecek sayılarda hazırlanması olasılığı kaygı vericidir. Nitekim dün basına yer alan bilgilere göre İstanbul’da tek bir iddianamede 255 kişi hakkında bir soruşturma başlatıldığı ve 36 iddianamenin daha hazırlandığı bilgisi yer almıştır.
Yargının önceliği, temel insan haklarına yapılan saldırıları ele almak ve bunların yinelenmesini önlemek olmalıdır. Bu, asgari demokratik tutum açısından gereklidir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Gezi sürecinde şu ana kadar yalnızca sınırlı sayıda davada davasında somut bir ilerleme gözlenmekteyken, tüm ülkenin gözü önünde işlenen suçların yargılanmasının kamuoyuna güven vermekten uzak gözükmektedir.
Kamuoyuna sunulan bir diğer çelişkili veri, protestoların yol açtığı parasal maliyetlerdir. Örneğin Emniyet, Türkiye çapında toplam 139 milyon TL'lik bir zarardan bahsederken bunun 10 milyon TL'sinin toplu taşım araçlarına verildiğini belirtmekte; oysa Ankara Büyükşehir Belediyesi yalnızca Ankara'da EGO otobüslerine verilen zararın 10 milyon TL olduğunu ileri sürmektedir. Çelişkilerin olması bir yana, bu zararları verenin göstericiler olduğunu ileri sürmek de tartışmalıdır. Protestolar sırasında, insanlara, dükkanlara, konutlara en büyük zararı verebilecek ateşli silahları, su toplarını kullananlar göstericiler değil güvenlik güçleriydi. Tanımlanan zararın ve orantısız güç kullanımının nelere yol açtığının net kanıtları, MOBESE kameralarında kayıt altına alınmıştır. Bu kayıtların tamamının kamuoyuna sunulması, gereksiz tartışmaları ortadan kaldıracaktır.
Kamera kayıtlarının paylaşılmaması durumunda, tarafsız sayabileceğimiz meslek örgütlerinin değerlendirmelerinin kamuoyu nezdinde daha geçerli olması kaçınılmazdır. Ethem Sarısülük'ün göstericilerin attığı taşla öldüğünü söyleyen belediyecilerin ya da orantısız güç kullandığı uluslararası kurumlarca da ifade edilen Emniyet'in verilerinin güvenirliğini kabul etmek olası gözükmemektedir.
YARALILARIN DURUMU
Gezi Parkı Protestolarında, demokratik haklarını kullanan insanlara karşı uygulanan orantısız polis şiddeti sırasında biber gazı kullanımı, darp, cinsel taciz, TOMA ile ezme, ateşli silahlarla vurma, dövme, basınçlı su sıkma gibi çeşitli biçimlerde işkence ve yaralamalar söz konusu olmuştur. Her bir yaralanmanın derecesi farklı olsa da bu farklılık o andaki rastlantısallık sonucundadır. Polis güçleri, hedef aldıkları kişiyi bir daha demokratik talebini alanlarda ifade edemeyecek biçimde yaralamaya çabalamıştır. Bunun açıkça ifade edildiği videolar ve haberler pek çok yerde yayınlanmıştır.
En ağır yaralanmalar genellikle biber gazı bombasının kafaya nişan alarak ateşlenmesi sonucunda ortaya çıkarken, polisler tarafından toplu olarak dövülen, sürüklenen, ateşe atılan örnekler de görülmüştür.
Yaralananların çoğunluğu, kendi olanaklarıyla hastanelere gitmek zorunda kalmış, ambulans çağrıları yanıt bulamamıştır. Hastanelere gidebilen yaralılara gereken ilk müdahale, Ali İsmail Korkmaz örneği bir istisna olmak üzere, bilindiği kadarıyla gerektiği gibi yapılmıştır. Kimi özel hastanelerin hasta kabulünde isteksiz davrandığına dair iddialarda bulunulmuştur.
Hasta girişleri ilk başvuruda acilden olduğu için bir sıkıntı yaşanmamıştır. Ancak tedavilerin sonraki aşamalarında sigortası olmadığı için ya da gerekli tedavi sigorta kapsamında ya da Türkiye'de sağlanamadığı için kimi hastaların tedavisinde ilerleyen dönemlerde sorunlar yaşanabilmiştir. Bunlar, kamuoyu duyarlılığı sayesinde çözüme kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Devlet, yaralanmasına yol açtığı kişilerin gerek duyduğu tedavilerin yapılmasına dair herhangi bir girişimde bulunmamıştır ve yaralıların tedavisi noktasında ailelerin sırtına hem maddi hem manevi büyük yüklerin binmesine seyirci kalmıştır.
Yirmiden fazla kişi görme kaybı yaşamış, bunlardan bir kısmının görmesi tedavi sürecinde olumlu yönde değişirken bir kısmı ne yazık ki görme yetisini hedef alınan gözü için yitirmiştir. İkinci gözünü de kaybetme riski taşıyan yaralılar bulunmaktadır.
Beyin sarsıntısı geçiren yaralıların durumu ilk tedavi sonrasında hızla iyileşme yolunda olmakla birlikte en az iki sene gözlem altında kalmaları gerekmektedir. Bu durumda olan yaralı sayısı tam olarak bilinmemektedir.
Vücudunun çeşitli yerlerinde kırık olan yaralıların kimisine platin takılması gerekmiştir. Bu durumda olan yaralı sayısı bilinmemektedir. Kırıkların nedenleri arasında dövülme veya biber gazı bombası yer almaktadır.
Yaralıların yaptığı şikayetlerin henüz hiç birisi savcılık aşamasını geçerek yargılama aşamasına gelememiştir. Bunun nedenlerinden en önemlisi, savcılar tarafından Emniyet'e gönderilen yazıların gereğinin Emniyet tarafından yapılmaması olarak belirtilmektedir. Emniyet, savcılıkların gönderilmesini istediği belirli bir yer ve zamana dair personel bilgisi ve görüntü kayıtlarını ya bu tür bir bilginin olmadığı biçiminde yanıtlamakta ya da istenenin içinden ayıklanmasını zorlaştıracak bir karmaşa yaratacak biçimde göndermektedir.
Belirtilen sağlık durumları ve adli süreçlerin yetersiz işlemesi dolayısıyla yaralılar bir güvensizlik ve kuşku içindedirler.
SONUÇ VE BEKLENTİLER
Gezi Parkı Protestoları, Türkiye'de yeni bir demokrasi döneminin başlangıcı niteliği taşımaktadır. Bu niteliğin kendisini zamanla daha fazla duyumsatacağına kuşku duymuyoruz. Ancak şu ana kadar sürece polisin orantısız güç kullanımı damgasını vurmuştur. Yargının, bireysel şikayetlere karşı halen tatmin edici bir girişimde bulunmaması; yasamanınsa az sayıda milletvekili dışında tepkisiz tutumu; medyanın olayları görmemesi, gördüğünde de yanlı görmesi ve bütün bunların nedeni olarak da yürütmeye işaret ediliyor olması, AKP Hükûmeti’nin meşruiyetini sorgulanır duruma gelmiştir.
Bugüne kadar taleplerini tek tek dile getirmeye çalışan doktorlar, avukatlar, işçiler, öğrenciler, köylüler yakışıksız sıfatlar ve ithamlarla karşı karşıya kalmışken bugün halka takılan sıfatlar ancak espri konusu olabilmiştir. Dolayısıyla, AKP Hükûmeti’nden, istifa etmesi dışında bir beklenti söz konusu değildir.
Polisler içinse, kendi sendikalarına sahip çıkarak iki dudak arasına sıkışmaktan kendilerini kurtaracak bir çabada her türlü toplumsal desteği bulacakları kuşkusuzdur. İnsan haklarının ne olduğunu içselleştirmelerini sağlayacak bir eğitim sürecinden geçirilmeleri yanında kolluğa bu kadar geniş keyfiyet veren uygulamaların değişmesi gerektiği açıktır.
Yargıdan; kendisinin son başvuru noktası olduğunun, burada adaleti bulamayan insanların bir başka başvuru noktası olmadığını bilerek hareket etmesi beklenmektedir. Hukuk devleti olma iddiası varsa yargı, suçu işleyenin kim olduğuna bakmaksızın görevini yerine getirmekten çekinmemelidir.
Yerel yönetim seçimlerinin yaklaştığı bugünlerde, orantısız güç kullanımına destek sağlamayacağını açıkça beyan etmeyen hiçbir adayın desteklenmemesi gerektiği, halkın can güvenliği açısından bunun önemli bir nokta olduğunun altını çiziyor ve yerel yönetimlerin yetkilerinin merkeze alınmasının sakıncaları bu kadar net gözükmüşken konunun yeniden ele alınmasını zorunlu görüyoruz.
Gezi sürecinde çıkan vatandaş haberciliği ve sosyal medyanın haber verme amacıyla kullanımı, merkez medyanın gücünü sarsmış, artık sosyal medyadan haber veren gazete ve televizyonlar çıkmıştır. Bu noktada, gazetecilik mesleğinin saygınlığı ve görevi halk tarafından ve halk nezdinde sürdürülmektedir.
Gezi’nin, protestolara katılanlar açısından turnusol işlevini gördüğü en önemli nokta, kuşkusuz örgütsüzlüğün, bütün niyet ve amaçları zora soktuğu gerçeğidir. Yürütme tarafından kapsanamayan ve fiili olarak kapsanması olanaklı olmayan çok büyük bir alanın var olduğu görülmüştür. Yürütme üzerinde belirleyici ve kısıtlayıcı olabilecek bu alanın, bir dikta veya polis devletinin varlığını olanaksızlaştırması, başka seçenekleri göz ardı etmeksizin, ancak örgütlülükle gerçekleştirilebilecek gibi görünmektedir. Bu anlamda, Gezi Parkı protestolarında şiddet gören herkesi platform ile bağlantıya geçerek çalışmalara katılmaya çağırırken, örgütlü ve dayanışma içinde atılacak adımların özgür, insan haklarına saygılı, laik bir ülkeyi var etmek adına hepimizin sorumluluğu olduğunu bir kez daha anımsatıyoruz.
EVRENSEL GAZETESİ'NDEN
Düzenlemek için Muharrem Dalsüren*
Ben Ankara’da, Çankaya Belediyesinde temizlik işçisi olarak çalışan ve Gezi protestoları sırasında polisin attığı gaz fişeği sonucu gözünü kaybeden Muharrem Dalsüren. Ülkemizin yetiştirdiği saygın isimlerden Uğur Mumcu, “Vurulduk ey halkım, unutma bizi” diye sesleniyordu. Halkımız, onu ve barındırdığı değerleri unutmadı. Uğur Mumcuları, temsil ettiği değerleri unutmayan halk, bunun bedelini vurularak ödüyor!
Gezi Parkı ile simgeleşen yağma ve talana, bireysel özgürlüklere sürekli yaptırımlar getirilmesine, çağdaş değerlerin gerici bir yönetim tarafından yok edilmesine izin vermeyen halkımız, bu gerici yağma düzenine dur diyerek ayağa kalktı. Kalkmasıyla birlikte söz konusu iktidarın insanlık düşmanı güçlerince sokaklarda, meydanlarda vurulmaya başlandı.
Ben de çocuklarımın güven içinde yaşayacağı bir ülkeyi var etmeye çalışırken gözü dönmüş bir insanlık düşmanı tarafından vuruldum. Türkiye’nin pek çok yerinde öldürülen, sakat bırakılan, yaralanan insanlardan biri olarak payıma gözümü kaybetmek düştü.
Gözümü kaybetmemin ardından yaşanan süreçte gene sağ olsunlar, bugün ortalıkta görünmeyen çok sayıda vekil, siyasetçi ve sendikacı geldi geçmiş olsun dedi. Bir ihtiyacım olduğunda yanlarına gidebileceğimi söylediler. Bir göze ihtiyacım vardı, bunu sağlayamazlardı ama bu gözün hesabını vermesi gerekenler var! Bu gözün de, Antakya’nın, Ankara’nın, İstanbul’un, Eskişehir’in ortasında katledilenlerin de, yaralananların da, sakat kalanların da hesabını vermesi gerek birilerinin. Halkını vuranların hesap vermesi gerek!
Bu hesabın sorulması için ortada kim var? Süreç içinde ne kurumsal anlamda çalıştığım yerden ne de başka yerlerden “geçmiş olsun” diyen olmadı. Halkımız, kendisine yapılanlara karşı büyük bir öfke içinde ve bunu yapanların peşini bırakmama kararlılığında. Bunu, ilk günden beri dayanışma içinde olduğum yaralananlarla birlikte fark ettik.
Bu süreçte, yaralılar olarak bir araya gelerek, Gezi Protestolarında Şiddet Görenler Platformunu oluşturduk. Vurulan halksa bunun peşini bırakmayacak olan da halktır.
Artık hesabını soracaklarımız arasında öldürülen, sakat bırakılan, yaralanan en az on bin kardeşimiz, büyüğümüz de var. Bu bağlamda öncelikle olaylarda yaralanan herkesi, bizlerle bir araya gelmeye, dayanışma içinde bu saldırıların hesabını sormak üzere kamuoyu farkındalığı yaratmak adına çalışmaya çağırıyoruz.
Kendini bir dikta heveslisinin hezeyanlarına bırakan kamusal güçlerin her türlü baskı, yıldırma ve bu saldırılar hiç yaşanmamış, bu ölümler ve yaralanmalar hiç olmamış havası yaratmaya uğraşmasını boşa çıkaracak güç, doğrudan bu baskıların hedefi olan bizleriz. Hemen, bütün yaralılarımızı gydp.weebly.com adresi üzerinden bizimle bir araya gelmeye ve yapılanların hesabını sormaya çağırıyoruz.
Halkımız vuruluyor, unutma!
*Belediye işçisi
www.evrensel.net
Eklenme tarihi: 2013-12-08 22:30:34
Ben Ankara’da, Çankaya Belediyesinde temizlik işçisi olarak çalışan ve Gezi protestoları sırasında polisin attığı gaz fişeği sonucu gözünü kaybeden Muharrem Dalsüren. Ülkemizin yetiştirdiği saygın isimlerden Uğur Mumcu, “Vurulduk ey halkım, unutma bizi” diye sesleniyordu. Halkımız, onu ve barındırdığı değerleri unutmadı. Uğur Mumcuları, temsil ettiği değerleri unutmayan halk, bunun bedelini vurularak ödüyor!
Gezi Parkı ile simgeleşen yağma ve talana, bireysel özgürlüklere sürekli yaptırımlar getirilmesine, çağdaş değerlerin gerici bir yönetim tarafından yok edilmesine izin vermeyen halkımız, bu gerici yağma düzenine dur diyerek ayağa kalktı. Kalkmasıyla birlikte söz konusu iktidarın insanlık düşmanı güçlerince sokaklarda, meydanlarda vurulmaya başlandı.
Ben de çocuklarımın güven içinde yaşayacağı bir ülkeyi var etmeye çalışırken gözü dönmüş bir insanlık düşmanı tarafından vuruldum. Türkiye’nin pek çok yerinde öldürülen, sakat bırakılan, yaralanan insanlardan biri olarak payıma gözümü kaybetmek düştü.
Gözümü kaybetmemin ardından yaşanan süreçte gene sağ olsunlar, bugün ortalıkta görünmeyen çok sayıda vekil, siyasetçi ve sendikacı geldi geçmiş olsun dedi. Bir ihtiyacım olduğunda yanlarına gidebileceğimi söylediler. Bir göze ihtiyacım vardı, bunu sağlayamazlardı ama bu gözün hesabını vermesi gerekenler var! Bu gözün de, Antakya’nın, Ankara’nın, İstanbul’un, Eskişehir’in ortasında katledilenlerin de, yaralananların da, sakat kalanların da hesabını vermesi gerek birilerinin. Halkını vuranların hesap vermesi gerek!
Bu hesabın sorulması için ortada kim var? Süreç içinde ne kurumsal anlamda çalıştığım yerden ne de başka yerlerden “geçmiş olsun” diyen olmadı. Halkımız, kendisine yapılanlara karşı büyük bir öfke içinde ve bunu yapanların peşini bırakmama kararlılığında. Bunu, ilk günden beri dayanışma içinde olduğum yaralananlarla birlikte fark ettik.
Bu süreçte, yaralılar olarak bir araya gelerek, Gezi Protestolarında Şiddet Görenler Platformunu oluşturduk. Vurulan halksa bunun peşini bırakmayacak olan da halktır.
Artık hesabını soracaklarımız arasında öldürülen, sakat bırakılan, yaralanan en az on bin kardeşimiz, büyüğümüz de var. Bu bağlamda öncelikle olaylarda yaralanan herkesi, bizlerle bir araya gelmeye, dayanışma içinde bu saldırıların hesabını sormak üzere kamuoyu farkındalığı yaratmak adına çalışmaya çağırıyoruz.
Kendini bir dikta heveslisinin hezeyanlarına bırakan kamusal güçlerin her türlü baskı, yıldırma ve bu saldırılar hiç yaşanmamış, bu ölümler ve yaralanmalar hiç olmamış havası yaratmaya uğraşmasını boşa çıkaracak güç, doğrudan bu baskıların hedefi olan bizleriz. Hemen, bütün yaralılarımızı gydp.weebly.com adresi üzerinden bizimle bir araya gelmeye ve yapılanların hesabını sormaya çağırıyoruz.
Halkımız vuruluyor, unutma!
*Belediye işçisi
www.evrensel.net
Eklenme tarihi: 2013-12-08 22:30:34
RADİKAL GAZETESİ'NDEN
Gezi mağdurları platform kurdu: Polisi şikayet etmek için son bir ay
Gezi eylemlerinde polis şiddetine maruz kalanların savcılığa suç duyurusunda bulunmaları için gerekli hukuki sürenin aralık ayında dolduğu belirtildi.
Haber: CAN GÜLERYÜZLÜ / Arşivi
Gezi eylemleri sırasında polisin sert müdahalesiyle yaralananlar ve hayatını kaybedenlerin yakınları, uğradıkları ‘ortak şiddet’e karşı hukuksal süreçlerde dayanışmak için bir platform çatısı altında toplandı. Ankara Kızılay’daki olaylar sırasında polisin attığı gaz bombasının isabet etmesi sonucu tek gözünü kaybeden Çankaya Belediyesi işçisi Muharrem Dalsüren, avukat Sarper Gürcan ve kardeşi gaz bombasıyla kafasından vurularak beyin kanaması geçiren Kurtuluş Özgür Yıldız’ın girişimiyle ‘Gezi Parkı Protestolarında Şiddet Görenler Platformu’ kuruldu.
Platformun açıklamasında, Gezi’de yaralananların yaptığı şikayetlerin savcılık aşamalarının tamamlandığı belirtilirken aralık ayı itibariyle 6 aylık şikayet süresinin dolacağı uyarısı yapıldı.Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nı iletişim merkezi olarak belirleyen ve internet üzerinden http://gydp.weebly.com/ adresini açan platformun ‘Geri Kalan’ başlığıyla yaptığı duyuruda şöyle denildi:
“Bizler, Gezi Parkı protestolarında, demokratik haklarını kullanırken polis şiddetine maruz kalanlar olarak bir arada ve dayanışma içinde olmanın gerekliliğini gördük. Savcılıklara suç duyurusunda bulunanlar olarak öncelikle farkındayız ki bireysel olarak yürüteceğimiz hukuksal süreçler istenen sonuçları vermeyecektir. Bu ana kadar Gezi ile ilgili başlatılan yargılama süreçleri, görüldüğü kadarıyla yeterli duyarlılık ve hızla yürütülmemektedir. Yapılan yargısal işlemler, toplumun adalet beklentisini ve adalet duygusunu karşılamaktan çok Hükümeti aklamaya, suçluyu korumaya yönelik ilerlemektedir. Sanığın, mahkemenin, yargı yetkisine sahip mahkemenin yerinin değiştirildiği ve benzeri kuralların hiçe sayıldığı düzenlemelerle başlamış olan yargı süreçlerinin yasal gerekliliklere uygun sürmesine izin verilmezken bugüne kadar tek bir yaralı şikâyeti savcılık aşamasını tamamlayarak yargılama aşamasına geçmemiştir. Bu süreçleri, bireysel olarak sonuçlandırmanın güçlüklerle karşı karşıya olduğu açıktır.
ARALIKTA SÜRE BİTİYOR
Bir diğer önemli nokta, hukuken şikâyet hakkının kullanılabilmesi için son günleri yaşamaktayız. 6 aylık şikâyet süresi Aralık’ın her günü tek tek sona erecektir. Bu anlamda şikâyet hakkını kullanmamış olanlar için zaman aşımı söz konusu olacaktır. Bu hukuksuz ve gayrı meşru saldırıların hesabının sorulması, yinelenmemesi ve ülkemizde can güvenliğinin, her bir kişinin fiziksel vücut bütünlüğünün korunabilmesi için yaralıların başlattığı hukuk savaşının büyük önem taşımakta olduğunun altını kalınca çiziyoruz.”
Gezi eylemlerinde polis şiddetine maruz kalanların savcılığa suç duyurusunda bulunmaları için gerekli hukuki sürenin aralık ayında dolduğu belirtildi.
Haber: CAN GÜLERYÜZLÜ / Arşivi
Gezi eylemleri sırasında polisin sert müdahalesiyle yaralananlar ve hayatını kaybedenlerin yakınları, uğradıkları ‘ortak şiddet’e karşı hukuksal süreçlerde dayanışmak için bir platform çatısı altında toplandı. Ankara Kızılay’daki olaylar sırasında polisin attığı gaz bombasının isabet etmesi sonucu tek gözünü kaybeden Çankaya Belediyesi işçisi Muharrem Dalsüren, avukat Sarper Gürcan ve kardeşi gaz bombasıyla kafasından vurularak beyin kanaması geçiren Kurtuluş Özgür Yıldız’ın girişimiyle ‘Gezi Parkı Protestolarında Şiddet Görenler Platformu’ kuruldu.
Platformun açıklamasında, Gezi’de yaralananların yaptığı şikayetlerin savcılık aşamalarının tamamlandığı belirtilirken aralık ayı itibariyle 6 aylık şikayet süresinin dolacağı uyarısı yapıldı.Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nı iletişim merkezi olarak belirleyen ve internet üzerinden http://gydp.weebly.com/ adresini açan platformun ‘Geri Kalan’ başlığıyla yaptığı duyuruda şöyle denildi:
“Bizler, Gezi Parkı protestolarında, demokratik haklarını kullanırken polis şiddetine maruz kalanlar olarak bir arada ve dayanışma içinde olmanın gerekliliğini gördük. Savcılıklara suç duyurusunda bulunanlar olarak öncelikle farkındayız ki bireysel olarak yürüteceğimiz hukuksal süreçler istenen sonuçları vermeyecektir. Bu ana kadar Gezi ile ilgili başlatılan yargılama süreçleri, görüldüğü kadarıyla yeterli duyarlılık ve hızla yürütülmemektedir. Yapılan yargısal işlemler, toplumun adalet beklentisini ve adalet duygusunu karşılamaktan çok Hükümeti aklamaya, suçluyu korumaya yönelik ilerlemektedir. Sanığın, mahkemenin, yargı yetkisine sahip mahkemenin yerinin değiştirildiği ve benzeri kuralların hiçe sayıldığı düzenlemelerle başlamış olan yargı süreçlerinin yasal gerekliliklere uygun sürmesine izin verilmezken bugüne kadar tek bir yaralı şikâyeti savcılık aşamasını tamamlayarak yargılama aşamasına geçmemiştir. Bu süreçleri, bireysel olarak sonuçlandırmanın güçlüklerle karşı karşıya olduğu açıktır.
ARALIKTA SÜRE BİTİYOR
Bir diğer önemli nokta, hukuken şikâyet hakkının kullanılabilmesi için son günleri yaşamaktayız. 6 aylık şikâyet süresi Aralık’ın her günü tek tek sona erecektir. Bu anlamda şikâyet hakkını kullanmamış olanlar için zaman aşımı söz konusu olacaktır. Bu hukuksuz ve gayrı meşru saldırıların hesabının sorulması, yinelenmemesi ve ülkemizde can güvenliğinin, her bir kişinin fiziksel vücut bütünlüğünün korunabilmesi için yaralıların başlattığı hukuk savaşının büyük önem taşımakta olduğunun altını kalınca çiziyoruz.”